DENEME 1
Yaralı, mutsuz olmamız için illa birilerini kaybetmemiz veya büyük bir acı içinde olmamız şart değildir. İş yerimizde, arkadaşlarımızın yanında ya da kendi yalnızlığımızda kaybolmamız mümkündür.
Yaşanan olaylar kadar, sözler de yaralar. Çevremizin “Ne kadar abartıyorsun, ne var hayatında?” demesi dahi içimizde bir ukde oturtabilir.
Çünkü her şeyden önce anlaşılmak isteriz.
Bu mikro yaralanmalar, vücudumuzdaki bir kesik yarasına benzemez. Fiziksel yara kapanasıya kadar acımaya devam eder; ama ruhumuzdaki yaralar, bir ömür boyu bilinçaltımızda kendini sürdürmeye devam eder.
Ta ki bize zarar veren, çevremizdeki o keskin yaralar açan insanlardan uzaklaşana kadar…
DENEME 2
İçimizdeki çocuk ne zaman susturuldu?
O eski çocukluk fotoğraflarımızda gülen, hayata ümidi ve hayalleri olan çocuk ne zaman yok oldu? Ve ne zaman bu kadar büyüdük de mutlu olmayı unuttuk?
Parkta, sokaklarda koşturan ve annemizin bir salçalı ekmeğiyle mutlu olan çocukları kaybettik. Dünyanın en lüks yemeğini yese dahi, o mutluluğu, o lezzeti bulamaz oldular. Çünkü büyümek denilen şeyi yanlış öğrendik.
Büyümek; duygularımızı bastırmak oldu.
Üzgün olduğumuzda ağlayamamak, mutlu olunca sevinç çığlığı atamamak oldu. Babamıza veya annemize dahi sarılamamak oldu. Çünkü güçlü, yani duygusuz olmalıydık.
Peki ya…
O içimizdeki ümit dolu çocuğu tekrar diriltme şansımız olduğunu söylesem size?
Bana, “cesaret edebiliriz” diyebilir miydiniz?
O çocuğun elinden tutun.
Ve sevdiğiniz insanlara, şansınız hâlâ varken sarılın.
Ve hâlâ şansınız varken… ağlayın.