Antalya, bir süredir hafriyattan rüşvete, irtikâptan haksız kazanca uzanan geniş bir yelpazedeki yolsuzluk iddialarıyla çalkalanıyor. Siyaset ve ticaret dünyasının önde gelen isimlerinin gözaltına alınmasıyla başlayan bu süreç, Türkiye'nin en büyük sorunlarından biri olan yargısal süreçlerin kamuoyu nezdindeki güvenilirliği meselesini bir kez daha gündeme taşıdı.
Emniyet, MASAK ve adliyenin yürüttüğü, büyük bir hassasiyet gerektiren bu operasyonel süreçlerin akabinde, bazı isimlerin itirafçı mekanizmasını kullanarak kısa yoldan serbest bırakılması, kamuoyunda derin bir rahatsızlık ve epistemolojik bir şüphe yaratmıştır.
Ceza hukukunda etkin pişmanlık olarak bilinen itirafçılık mekanizması, suç örgütlerinin çözülmesinde, suça iştirak edenlerin tespiti ve delil elde edilmesinde kritik bir hukuki araç olduğunu biliyorum. Yasanın koyduğu bu mekanizma, adaletin maddi gerçeğe ulaşmasını kolaylaştırabilir. Bu yönüyle, yapılan işlemler hukuki zeminde doğru olabilir.
Ancak, Antalya'da yaşananlar, hukuki meşruiyet ile sosyal ikna arasındaki makasın ne kadar açıldığını gözler önüne seriyor. Yıllarca süregelen, medyada belgelerle dile getirilen yolsuzluk iddialarının, sadece birkaç ismin itirafıyla ve mal varlıklarına dokunulmaksızın serbest bırakılmasıyla sonuçlanması, halkın adalet algısını zedeliyor.
Kamuoyu, haklı olarak şu sorulara yanıt aramaktadır. Götürülen dünya kadar mal ve mülkün akıbeti nedir? Haksız kazançlar, yani hukuken iadesi gereken menfaatler tam olarak geri alınmış mıdır? Olay, yalnızca bir belediye başkanı ve dar çevresine mi indirgenmiştir, yoksa sistemin, yolsuzluğun tüm sorumluları yargı önüne çıkarılmış mıdır?
Bu soruların havada kalması, yargılama sürecinin şeffaflığı ve sonuçlarının orantılılığı konusundaki inancı aşındırıyor. Vatandaş, "her türlü haltı ye, rantın dibine vur, sonra itiraf et ve kurtul" gibi vahim bir algının zirveye taşındığını düşünüyor. Özellikle bazı iş insanlarının bu yolla serbest kalması, "parası olanın işini bir şekilde görüyor" şeklindeki tehlikeli ve gayri entelektüel bir söylemi beslemektedir.
Yaşanan bu yolsuzluk ve itirafçı salıverme vakaları, siyasi sonuçlar açısından da beklenenin tersi bir tablo yaratmaktadır. Normal şartlar altında, ana muhalefet partisinde yaşanan bu tür olayların, seçmende bir eksen kaymasına ve partiye yönelik güven kaybına yol açması beklenirken; anketler CHP'nin hâlâ ya birinci ya da AKP ile başa baş olduğunu gösteriyor.
Bu durum, siyaset biliminde "ters konsolidasyon" olarak adlandırılabilir., seçmen özellikle CHP seçmeni mevcut iddialara rağmen partiye sırt çevirmek yerine, mevcut iktidarın bu olayları siyasi bir araç olarak kullanma ihtimaline karşı daha çok konsolide olma eğilimi gösteriyor. Anketlerde bu eğilimi görebiliyoruz. Eğer adalet mekanizması, yapanın yanına kâr kalmayacağı konusunda kamuoyunu ikna edemezse, bu durum uzun vadede CHP'nin değil, adalet kurumlarının itibarını zedeleyecektir.
İtirafçılık, yasanın tanıdığı bir indirim yoludur; ancak bu yol, yolsuzluktan elde edilen haksız kazancın iadesini ve suçun ağırlığına uygun bir cezalandırmayı ikame etmemesi lazım gelir diye düşünüyorum. Aksi takdirde kamu vicdanı için itirafçılık, "istedin suça iştirak et, ranttan faydalan ama son anda birilerini ispiyonlayarak eller kollar serbest dolaş" anlamına gelen bir "mutlak muafiyet" mekanizması gibi algılanacaktır.
Adaletin sadece hukuki metinlerde değil, toplumsal hissiyatta da tecelli etmesi elzemdir. Antalya'daki bu vakaların nihai sonuçları ve haksız kazançların kamusal iadesi, adalet sistemimizin sosyal ikna gücünü belirleyecektir.